21 Eylül 2025 Pazar

Yaşar İyi Çocuktu

 Sabah alarmı, gözlerini aralıyorsun aynı tavan aynı yatak güneş her zamanki açıdan odana ışıklarını saçıyor geç uyuduğun için yine istediğin enerjiyle kalkamıyorsun hatta belki de uzun süre kalkmıyorsun yatağın içinde telefonun ekranında kayboluyorsun. Dünya yine aynı, influencer’lar, ünlüler, sahte kahramanlar. Onlardan daha zeki, daha yaratıcı, daha güzelsin ama sahneyi hep onlar kapıyor. yine de sonunda kahve ve sigaranla güne başlıyorsun. Çalışmayı planlıyorsun ama gençliğin o tatlı oyalanma arzusu seni hemen ele geçiriyor bir oyun açıyorsun, arkadaşlarına mesaj atıyorsun, bir telefon konuşması, ardından hak edilmiş bir uyku… Derken akşam ışığı odaya sızıyor ve hayatının yetersizliği suratına çarpıyor. Ne yaptın bugüne dek? Başkaları bir şeyler başarmış, iz bırakmış. Sen mi? Sen hâlâ sanatçısın ama sanatsız, yeteneğin var ama keşfedilmeyi bekliyorsun. Hayatındaki hiçbir şey, ilişkilerin, işin, inançların  seni bütünüyle sarmıyor. Her şey idare eder ama hiçbir şey derin değil. Zaman en büyük uyuşturucun oluyor. Uyuyorsun, ertesi gün yine aynı. Yine aynı döngü, büyümeyi bekleyerek.  Asıl korku, hayatın hakikatleri: sorumluluk, başarısızlık, hayal kırıklığı, ölüm. Yaşamıyor gibidir, yalnızca seyrediyordur yani gözlemcidir her deneyim bulanık, soyut, hiçliğe karışmış. Böylesi biri hiçbir hedefe bağlanmaz çünkü bağlanmak demek, başarısızlığı göze almak demektir. Ev, iş, eğitim, ilişki… Önüne konsa bile geri çekilir günlük hayatın ağırlığı hem çok fazladır hem de ona göre çok sıradandır. “Gerçek beni bulmaktansa var olan potansiyelimle ölürüm” diye düşünür, bunun bir nedeni nostaljidir. Gençliğin o büyüsü, yeni tutkular, kendini keşfetmenin heyecanı, dünya seçeneklerle doludur, her dalda başka bir ihtimal, yeni aşklar, yeni şehirler, yeni meslekler… Neden acele edelim ki? Birini seçmek, diğerlerini kaybetmek demektir, Seçmek, büyümek, yaşlanmak, hayal kırıklığı demektir. Madalyonun diğer yüzü ise bu sürecin içsel bir öngörü çalışması haline dönmesi veya bu durumu böyle yorumlamak; bitmek bilmeyen öz gözlemler ve iç meditasyonlar, çoğumuzun daha fazla gölge çalışmasına, içindeki çocukla oynamaya ya da çakralarını açmaya ihtiyacı yok. İçsel çalışmanın babası sayılan Carl Jung bile, iyileşmenin ve olumlu değişim yaratmanın üç parçadan oluştuğunu söylemiştir, içgörü başka bir deyişle farkındalık ise bunların yalnızca ilkidir. Ama çoğu insan o ilk parçada takılı kalır odasında otururken derin bir içgörüye varmayı bekler. Ve o içgörüye ulaştığında hayatının nihayet değişeceğini, sıkışmışlıktan kurtulacağını sanır. Oysa Jung’a göre diğer iki parça cesaret ve dayanıklılıktır. Bildiğin şeyleri yapma cesareti, zor olanı yapma cesareti. Hem içsel hem dışsal engellere rağmen çabayı uzun süre boyunca sürdürme dayanıklılığı. Yani, eğer kendini sıkışmış hissediyorsan, belki de yeterince içgörüye zaten sahipsindir.



Ama işin gerçeği şu, dünya belirsiz gelecek bulanık ve gerçek olan hiçbir şey tatmin etmiyor, bu yüzden çoğu kişi “olabilecek” hayallere sarılıyor, “olan” gerçekliğe değil. Seçmemek bile kahramanca bir tavır gibi görünüyor, işte en tehlikeli illüzyon da bu. Trajedi burada saklı, yapabilirler ama yapmazlar. Çünkü yapmaya kalktıklarında hata etmek, başarısız olmak, hayal kırıklığına uğramak var. O yüzden güvenli olanı seçiyorlar: potansiyelde kalmak. Uyuşturucu, alkol, oyunlar, sosyal medyadaki yapay benlikler ve dopamin konuşmaları… Bütün bunlar boşluğu örtüyor şanslılarsa yanlarına birkaç yetişkin çocuk daha buluyorlar hep beraber, hiçbir yere varmayan bir yolculuğa yelken açıyorlar, çıkmak isteyen varsa hain sayılıyor çünkü sistem zaten bozuk, öyleyse gelin beraber donup kalalım. “Müzik yapacağım, yazacağım, şirket kuracağım…” Hep büyük sözler. Kendi başlarına kaldıklarında bir yalnızlık hissederler hep “çözeceklerini” sanırlar, ama asıl mesele şudur: büyümek, canlılığı kaybetmek değildir. Yaratıcılık, tutku, potansiyel  bunlar olgunluğun içinde de korunabilir. Jung’a göre, sorumluluk ve bağlılık, hayallerin koruyucusu bile olabilir ama nasıl? Normal olma cesaretiyle, normal olmak, teslim olmak değildir. Otobüse binmek, gece dersine gitmek, markette çalışmak… Bunlar roman kahramanlığı gibi görünmez ama insana egosunun ötesinde bir yer gösterir. Kalabalığın karmaşasında bir parça olmak , patronun e-postasını geç görmek, akşam trafiğin gürültüsü… Hepsi korunaklı kozanın yırtılmasıdır. Hayatta ilerlemek, denemek, yanılmak, hata yapmakla olur beklemekle değil. Çünkü kimse gelip seni kurtarmayacak. Kimse senin yerine yaşamayacak.


"Doğduğun an, sana ait olmayan kararlar omuzlarına yüklenir: bir isim, bir millet, bir inanç, bir mezhep. Bunlar sana birer armağan gibi sunulur, oysa zincirlerdir. Büyüdükçe, onları sorgulaman bile ayıp sayılır; sahip olduğun için değil, verilmiş olduğu için savunursun. Kendi elinden çıkmamış fikirler, kendi ruhundan doğmamış değerler...

İşte insan, çoğu zaman, başkalarının kalıplarını kendi özü zanneder. Ve ömrünü, kendisine ait olmayan bir benliği korumakla geçirir, en büyük özgürlük ise, bu zincirlerin sana doğduğun gün takıldığını anlamaktır. Ama anlamak da kurtulmak değildir - çünkü zincirleri kırmak, çoğu zaman seni kendi toplumuna yabancı kılar. Ve insan, özgürlüğü yalnızlığından korktuğu için, esaretin kalabalığında kalmayı seçer." der Schopenhauer, en büyük trajedi ona göre bu zincirlerin farkına varmadan ölmektir. Bu durum insanı eninde sonunda Albert Camus'nun absürdismine, kötü ve depresif evre de ise nihilisme yakın pozisyon almaya iter, ortak nokta ise hayatın boşluğu ve amaçsızlığı; arzuların anlamını yitirmesi. Bununla beraber Machiavelli de 'normal' insanı özünde, psikolojinin arzularının tatmininden başka bir şey istemeyen bir canavar, dizginlenmemiş bir hayvan olarak tanımlar. İnsan süper egosunun altında, bu uygarlık perdesinin, erdemlilik cilasının temelinde, aslında yalnızca fiziksel arzularının tatminiyle ilgilenen hayvanlar olarak niteler. Biz, akılcı ahlakın çok çok ince bir kabuğuna sahip canavarlarız der, dışarıda da içeride olduğumuz gibi olmamız gerektiğini söyler, Tabii bu elverişsiz olmadığı sürece; Dindar, nazik, sevecen ve iyi görünmek uygunsa, bunda bir sakınca yoktur. Önemli olan nazik, sevecen ve iyi olmak değildir; Önemli olan acımasız, açgözlü ve hain olmaktır.



"Bilinçdışını, bilinç yapana dek o senin hayatını yönlendirecek ve sen buna kader diyeceksin." Carl Jung'un söylediği bu söz, insana dair söylenmiş en gerçek cümle. Aldığın tüm kararlar, üzerindeki giysinin rengi, yemek yerkenki hareketlerin, nefretlerin ve korkuların daha doğrusu sana dair, sana ait olan her zerren, bilinç ve bilinçdışının toplamı olan o kompleks bilgisayar, beynin. Ego, yalnızca bu bilgisayara yazılan kodların çıktısı, naturel olmayan, insan eliyle yapılmış insana dair her şey, tüm canlılğın kendini içinde bulduğu yaşama döngüsünün abartılı dışa vurumundan ibaret. Bu sebepten ötürü 'bilinç' kelime itibariyle anomaliden ve paradokstan başka bir şey olmamalıdır. Bu konuda ünlü düşünür ve psikanalist Erich Fromm doğadaki tek bilinç sahibi canlı olan insan için doğanın ucubesi ifadesini kullanır "İnsan doğa için garip bir varlıktır. Hem hayvandır hem de kendi varlığının farkında olan tek canlıdır. İşte bu durum, yani bir yandan hayvansal bedene sahip olmak ama öte yandan bilinçli olmak, insanda büyük bir yalnızlık ve korku duygusu yaratır. İnsan bu gerilimi aşmak için bir bütünlük arar. Bunun iki yolu vardır: ya geriye, hayvansı bir yaşama dönmeye çalışır, yani bilincini susturur; ya da ilerleyip insana özgü yeteneklerini geliştirir, yani yaratıcı olur, düşünür, sever. Ama insan hiçbir şey yapmadan pasif kalmak istemez. Eğer yaratıcı olamıyorsa, o zaman başka bir şekilde varoluşunu aşmaya çalışır. Bu da iki türlü olur: ya yaratır ya da yıkar. Yaratmak zordur; ilgi, yetenek ve uygun şartlar ister. Yıkmak ise çok kolaydır; bir yumruk ya da bir silah yeter. Fakat her ikisi de insana, sıradan bir canlı olmaktan öteye geçtiğini hissettirir". Var olmanın daha doğrusu kendini deneyimleme yetisine sahip olmadaki illüzyon; yaratmak veya yok etmek, sonsuzluk veya hiçlik, başlangıç ve son, olmak ya da olmamak. Biri var olmadan diğeri var olmayacak, ying yang, herşeyin simetrisi.. İşte bu senaryo insan için doğum ve ölüm, ikisinin arasındaki oyalanma süreci insan aklı için kabul edilebilir bir durum değildir, bu nedenle insan kendini aşma duygusunu köreltmek için binlerce yıldır bir çok yöntem geliştirmiştir fakat ne yaparsa yapsın bilinç kendinden bağımsız olarak evreni deneyimleyemez, bu tanrı kompleksi insanı adeta uçurumun kenarında bırakır. Asla kurtulamayacağın bir kafese, bilincin içerisine hapsolmuşsundur.. Nihai ve en büyük paradoks da işte burada gizli, hem her canlılıkta olduğu gibi her bir hücrenin savaştığı ve aklın reddettiği, hem de kendinden ötesine varma problemine cevap bulmaktaki son şansın; ölüm.




Yenisey C.